A - I n f o s
a multi-lingual news service by, for, and about anarchists **

News in all languages
Last 30 posts (Homepage) Last two weeks' posts

The last 100 posts, according to language
Castellano_ Català_ Deutsch_ English_ Français_ Italiano_ Polski_ Português_ Russkyi_ Suomi_ Svenska_ Türkçe_ All_other_languages
{Info on A-Infos}

(tr) Transformasyon Notları

From worker <a-infos-tr@ainfos.ca>
Date Fri, 18 Oct 2002 11:18:04 +0300


 ________________________________________________
   A - I N F O S  H A B E R  S E R V İ S İ
            http://www.ainfos.ca/
        http://ainfos.ca/index24.html
 ________________________________________________

[Ağağıdaki yazı, 'Transformasyon Notları' adıyla, basılı olarak da
yayımlanmıştır.]


TRANSFORMASYON NOTLARI: 
yeni bir isyan projesi... tarihin doğduğu topraklardan...

Dünyayı yeniden yorumlamak... Kilit sözcükler bunlar olsa gerek. Aşağıdaki
metin, bir tartışma sürecine çerçeve olmak ya da açılış yapmak üzere kaleme
alınmış bir çalışma ve bu kaygı çerçevesinde anlamlı bulunabilir. Bu ilk
metinlerin arkasından yenileri gelecek. Bir tartışma süreci sorulara
dayanmak zorunda değildir. Verili yanıtlar üzerinden yapılacak tartışmaların
daha verimli olacağına inanıyoruz. Diğer yandan bu tartışmaların varmak
istediği, önvarsaydığı bir hedef var; eylem. Ucu bucağı belirsiz, harekete
varma hedefinden uzak, aydın kaprislerini tatmin edecek bir tartışma süreci
bekleyenler avuçlarını yalarlar. Nitekim hayatı erteleyen bir tartışma
platformu değil bu metinler. Hareketin içinde tartışıyoruz, oturduğumuz
yerde değil.

Kapitalizmin yeni çağına girdiğimiz iddiası genellikle liberal-sivil
toplumcu bir arka plana dayanan pasifist, umutsuz tezlerle birlikte öne
sürüldü bugüne değin. Biz bu çemberi de kırma çabasıyla düşüyoruz yola.
Direnişin renkliliğiyle birlikte sistem için yıkıcı da olabileceğini öne
sürüyoruz. Dejenerasyon ve yanılsama çağının demir (ya da dijital) perdesini
yırttığımızda, işte tam da orada özgür ve onurlu insanların dünyası
karşılayacak bizi. Şu an ve gelecek için! Burada ve her yerde! Özgürlük
eylemde, özgürlük direnişte!

Eylül 2002


GİRİŞ

150 yıl, ezilenlerin özgürlük savaşımının iki ayrı kanaldan akmasına sahne
oldu. Bu akışın, içinde bulunduğumuz son yirmi yılı boyunca sosyal
mücadeleler çok boyutlu bir kriz içine girdi. Gelinen nokta itibariyle bu
krizin yapısallığı ve kimseyi dışında bırakmadığı bütün aklıselimlerin
kabullendiği bir gerçek. Sözünü ettiğimiz iki kanaldan biri olan anarşizmin
yaşadığı göreli genleşme hali de bu kriz gerçeğini ortadan kaldıracak çapta
değil. Marksizm cephesinden bakıldığında ise iyimser olmak için sertifikalı
salak olmak gerekiyor.

Burada krizin boyutlarını deşmek gibi çetrefil bir işe girişecek değiliz. Bu
açıdan yeterince bakıldı, yeteri kadar ve hatta orta çapta bir insan beynini
sulandırmaya yetecek kadar kafa karışıklığı yaratıldı. Çözüm platformunun
öğeleri arasında gördüğümüz bir konuyu ele alacağız.

Bugün ihtiyaç duyulan teorik çerçevenin oluşturulabilmesi için ya da krizin
kaynağına inebilmek için sergilenen çabalara şöyle bir bakıldığında, en
cesur sorgulamaların bile işin kökündeki sorunlardan uzak durduğunu
göreceğiz. Genellikle Stalin'in diktatör olduğu ve bütün bu krizin müsebbibi
olduğu yönünde bir dizi put reformuyla omuzlardaki ağırlık hafifletilmeye
çalışılır. Bu marksizm cephesinden bakıldığında karşımıza çıkan manzara.
Anarşizm cephesinde ise zaten pek ciddi teorik tutumlar gözlenemediği gibi
uzun zamandır yaygın olan pasifist salgının etkisiyle müdahil ve gerçekten
radikal yaklaşımlar da karaborsaya düştü.

Tarihe baktığımızda, politik kriz dönemlerini teorik atılımların izlediği ve
böylece bir akışkanlık yakalandığını görürüz. Bu sefer politik krizle teorik
krizin üst üste bindiğini ve bunlar arasında yaşanan gerilimin, krizin
şiddetini ikiye katladığını görüyoruz. Daha enteresan olanı, çözümü
görebilmek için öne çıkan iki alanı da sarıp sarmalayan bir yetkisizlik
durumudur. Politik alanda konumlanmış teorisyenler, mevcut politik ortamın
darlığı ve polemiğe dayalı üslubuyla sakatlanmıştır. Akademiyi de içine alan
bir kuşatmanın varlığını göz ardı etsek dahi, açılımın gereksindiği
sağduyunun soğuk kürsülerde yitirilmiş olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor.
Dolayısıyla tümüyle dezavantajlarla kuşatılmış olsa da bu ikisinin dışında
bir çözüm biçiminin doğmasını yadırgamamak gerekir. Bu çözüm de kendini
politikleştirebilir. Bu anlamda içine gireceğimiz tartışmaların sonuçları,
aynı zamanda birer iddia metnidir.

Teorik planda haritanın büyük bölümünü oluşturduğu için marksizm içi
olduğumuz ve marksizmin anarşist bir eleştirisine giriştiğimiz için ondan
koptuğumuz ve artık ayan beyan anarşist olduğumuz yorumları yapılabilir. Biz
bunların aşılmakla yüz yüze kavramlar olduğundan hareketle onlara
sığınmamaya ve yeni bir kimlik oluşturmaya özen göstereceğiz. 150 yılı
sahiplenmeden yürüyebileceğini sanan bedavacılardan değiliz. İçerme ve aşma
anlamında bir sahipleniş göstereceğiz.


YOLA ÇIKARKEN

Diğer yazılarda bizi var eden nesnel süreçlerin serimini sunmaya çalıştık.
Elbette, bu nesnelliğin genel hatlarını taşımakla birlikte, bizlerin öznel
süreçleri de gelinen noktanın etkin faktörlerinden biri. 90'ların politik
ikliminde büyüyen genç kadroların yaşama müdahalesiyle karşı karşıyasınız,
bilinmesi gereken ilk nokta bu. Biliyoruz ki hayat bir süredir bizim müdahil
olmamıza kilitlenmişti ve gecikerek de olsa yükümüzü sırtlıyoruz.
Avantajlarımızı ve dezavantajlarımızı (ve ikincisinin apaçık hakimiyetini)
az çok görebiliyoruz. En azından, 90'ların o allak bullak atmosferinde boy
veren çarpıklıklara tanık olduğumuz için neleri yapmamamız gerektiğinin
farkındayız.

Bu tanıklığın yanı sıra, gerçek anlamda sokaktayız. Sokağın nabzını
tutabilmenin ötesinde bir şeyden söz ediyoruz. Solun korunaklı
manastırlarından bakmakla, çıplak bireyler olarak ona içinden bakmanın
farkını biliyoruz. Bir çok anlamda o manastırlardaki insanlardan daha
kirliyiz ama kendimizi temizleyeceğimiz suya onlardan daha yakınız.

Marks'ın 18 Brumaire'deki o müthiş betimlemesiyle anlaşılabilecek bir "yeni"
olma durumu taşıyoruz. Post-modern saplantıları tatmin eden, nitelik
belirtici olarak öne sürülen ve sloganlaştırılmış bir "yeni" olma durumu
değil bizimki. Öyle olmaya da hiç niyetimiz yok. Gerek ortaya koyduğumuz
teorik çerçeveyle, gerek kurmak istediğimiz kültürel formasyonla, gerekse de
pratiğe yaklaşımımızla keskin orijinaliteler taşıdığımız zaten ortada. Ama
eğer bir sıçramaysa bile bu çizginin tasarlanması ve tahayyül
edilebilmesinde geçmiş deneyim ve tecrübelere çok şey borçluyuz. Geleneksel
çizgiden kopuş, onun bize kattıklarını inkar etmek değildir. Ha keza; hayat
bizi onaylamadıkça, yeni oluşumuzun ve orijinalitemizin pek bir kıymeti
harbiyesi olmayacaktır.

Fakat diğer yandan, geleneksel yapılardaki "yenilenme" sloganının maddi
dinamiklerinden yoksun olduğu kanaatindeyiz. Eskinin kabukları içinde,
reformlarla bu dönemin öznesi olunamaz. Önce geçmişe dönük referanslarınızı
askıya almak zorundasınız. Kendinizi, bugünle baş başa kalmadan var
edemezseniz, geleceği kazanamazsınız. Hayat sizin reformlarınızı beklemez ve
siz, geçmişin tortusu dar kafalılara bir şey anlatmaya çalışırken, tren yeni
bir makinistle, yeni yolcularla kalkar.

Biz kendimizi sıfırladıktan sonra yola çıkıyoruz. Çünkü "ayaklanmalar
yüzyılının" dilini çözmek için o yüzyıla ait olmalıyız. Ve bir hedef, bir
iddia olarak kenetlendiğimiz nokta, 21. Yüzyılın özgürlük savaşlarında
kalıcı bir tarz yaratmak. Bunu başaracağız. Umudumuz, ezilenler için en ön
açıcı tarzı yakalayabilmek. Özgürlük Savaşçıları bir tarz, bir modeldir.

Yola çıkmadan evvel, içinde yer alabileceğimiz farklı bir yapı olup
olmadığına da baktık. Yakından tanıdığımız geleneksel sol zaten seçenek
dahili değildi. Gözlemlediğimiz genç oluşumlar (teorik olarak şaşırtıcı
derecede renkli olmalarına karşın) daha çok birer teke havasında, nasıl
derler, adam olacak çocuk bokundan bellidir sözünü doğruluyorlardı. Çoğunun
başında Papaz Rasputin'i andıran ihtiyar bir şeyh bulunuyordu ve
büyüdüklerinde geleneksel solun peygamberlerini ve despotizmini
aratacaklarını anlamak zor değildi. Büyüyemeyecekler, çünkü anlaşılan bir
diğer şey de o şeyhlerin, ortalığın karışmasına ve bu geçim kapısının
kapanmasına pek niyetli görünmediği. Anarşist, marksist, melez, hepsinde
tablo aynı.

Nihayetinde, 'bu işi bizden daha iyi yapacak birilerinin çıkacağı'
beklentimizi bir tarafa bırakıp, tüm acemiliğimizle ve biraz da geciktiğimiz
için mahcup olarak yola çıktık.


Soyunduğumuz işin ne denli zor ve zahmetli olduğunu bilmiyor değiliz. Bugün
bu temeli atanlar, büyük olasılıkla genç ölenler kervanına katılacaklar.
Fakat emin olun ki onlar, en güzel yaşamın böylesi olduğunu, dövüşmek
olduğunu iyi biliyorlar.

"Savaş sürecek!
Yaşayanlar görecek...
Yaşayanlar görecek... "


NEDEN... NEDEN... ?

Rahatsızız, huzursuzuz. Memnun değiliz gidişattan. Yapabileceğimiz ilk iş
buydu ve bir başlangıç için adım atmak sorumluluğunu omuzlarımızda
hissettik.

Farkındasınızdır; gündelik hayatın çok güçlü bir akıntısı var ve bu
akıntıyla boğuşmak zorundayız. Suyun dışına çıkamayız ve kendimizi
koyveremeyiz.

Sağlam bir dal oluşturabilmeliyiz akıntıya kapılmamak için. Sımsıkı
tutunacağımız sağlam bir dal.

Sol, gündelik hayatla arasındaki mesafeyi kabullenmiş, sindirmiş bulunuyor.
Onlar, bir şekilde durumu idare ediyorlar ve üstelik taşıdıkları kimlik
onlara ahlaki bir motivasyon sağlıyor. "Her şeye rağmen" mücadele içindeler
ve bunun ahlaki doyumu onlara yetiyor.

Biz durumu herhangi bir şekilde idare edemeyenleriz ve tümüyle huzursuzuz
kendimizden. Hiçbir kimlik kartı taşımıyoruz ve onların yaşadığı ahlaki
doyumun kof olduğuna inanıyoruz.

Geleneksel solun sırtladığı iddialara iyiden iyiye uzaklaştığına, yeni bir
çıkış yolunun zorlanması gerektiğine inananların biraraya gelebileceği
zeminlerin oluşturulmasını elzem görüyoruz. Yeni bir çıkış yolu, çok boyutlu
tartışmalardan geçiyor. Deformasyonun önüne geçebilmek için transformasyon
kaçınılmaz. Dünyayı yeniden yorumlamak ve değiştirmek için gösterilecek
çabaların yegane öznesi olacağımızı/olduğumuzu iddia etmiyoruz. Bu süreç
geçmiştekine nazaran daha fazla kolektif olmak zorunda. 18. Yy'da Marks,
Bakunin gibi dehaların omuzladığı ve o gün için altından kalkabildiği
dünyayı yorumlama eylemi bugün hem kolektif, hem de akademi derecesinde
branşlaşma içeren bir işbölümüyle gerçekleştirilmek zorunda. Biz kendimizi
bu sürecin neresinde görüyoruz sorusuna verilebilecek tek cevap var. Elbette
ki içindeyiz. Henüz çok başlarında... Ama en azından doğru sorulara sahibiz.
Bu soruların yanıtları olgunlaşmış ve sistematik teşkil eder hale gelmemiş
olsa da, cenin halinde olsa da varlar. Fakat bizim kimliğimizi kurmak
istediğimiz yer burası değil. Bu süreci, yani düşünsel gelişim sürecini
önemsiyoruz. Onun gelişiminin her aşamasında emeğimizi esirgemeyeceğiz.
Düşünmek de eylemdir. Yani teoriyi küçümseyen post-modern salgını kendimize
bulaştırmak istemiyoruz. Ama biliyoruz ki böylesi bir dönemde dört başı
mahmur teorik yapılarıyla ortalıkta gezinenlerinki de teoriyi ve hayatı
küçümsemenin değişik bir biçimi. Biz bugün için hareket kavramını öne
çıkarmayı doğru buluyoruz. Temel olarak sistemle cepheden çarpışmamıza engel
kafa karışıklıkları yaşamıyoruz. Yıkmak için hazırız. Yeni bir şey yapacak
olduğumuzda ihtiyaç duyacağımız teorik çerçevenin boşluklarını, hareketin
içinde doldurmayı, yeniden kurmayı daha doğru buluyoruz.
Dünyayı yeniden yorumlamak ve değiştirmek... Sorularımızın yanıtlarına
ulaşmakta ısrarcıyız. Geçmişin tozu altında kalmış alt politik kimlikler
olarak gördüğümüz marksizm ve anarşizmin devrimci sosyalist sentezine
ihtiyaç var. Biz hem marksizmin, hem de komünist anarşizmin öğrencileriyiz.
Yeterince açık...


TARİHİN KRİZİYLE FELÇ OLMUŞ İNSANLIK

18. yy sonrasında insan hayal gücü, belki de tüm tarih boyunca başardığından
daha fazla yaklaştı özgürlük kavramına. Elbette burada sözünü ettiğimiz,
kavramın kendi tarihi içinde aldığı seyirdir. Sözcüğün anatomisine
bakıldığında, değişik tarihsel süreçlerde, değişik ağızlarda değişik
anlamlar kazandığı görülecek. Referans olarak burjuva devrimleri anılsa da
biliyoruz ki tarihin gördüğü bütün egemenlik ilişkileri yeni bir anlam
kattılar ona. Ve biz de bu sözcüğü ancak nesnel koşullarımız elverdiği
ölçüde soyutlayabiliyoruz. Bizim soyutlamamızda özgürlüğün doruk noktası,
ancak komünar bir toplum tahayyülü içinde yer bulabilir. Kavrama daha
merkezi bir anlam biçmemizin nedeni, onu edilgen değil nesnel koşullarla
ilişkisi içinde etken bir kavram olarak bakmamızdır. Bizim için özgürlük
"zorunlulukların bilincine varmak" gibi edilgen bir anlam taşımaz. Koşullar
ve bu durumda zorunluluklarla aktif bir ilişki geliştirmektir. Eğer insan,
verili koşullarıyla değiştirici/dönüştürücü bir ilişki içinde değilse bunu
özgürlük olarak tanımlayamayız.
İdealist felsefenin en alımlı, en sinsi, en zekice tasarlanmış ve en son
tanrısı olan "mutlak tin" Marks'ta zorunluluklar ve yasaların insanüstü gücü
şeklinde gölgesini bırakır. Yasaların kafesine kapatılmış insanın yarım
yamalak özgürlüğüdür sözü edilen. Oysa ki özgürlük eylemdir. Onu kazanmaktan
çok, onun için dövüşmektir. Özgürlük için dövüşmek, onun en dolaysız yolu
olduğu gibi, en nesnel ve en güzel biçimidir.
Aynı zamanda toplumsal bir süreç olarak özgürlüğü el üstünde tutmamızın
nedeni, onun maddi koşullara olan bağımlılığının yanı sıra, o maddi
koşullara egemen olma gücüdür. Daha insani bir süreç olarak maddi
koşullardaki sıçramaları koruyacak ve geliştirecek olandır. İnsanın kendi
yarattığı nesnelere yabancılaşarak onların boyunduruğu altına girmesine
karşı verilecek savaşı yalnızca özgürlük sözcüğü tanımlayabilir. Sovyetler
deneyiminin gösterdiği odur ki üretim araçlarını kamulaştırırken bireylerin
ve toplumun özgürlüğünü boyunduruk altına alırsanız, o toplum, kamusal
mülkiyetin sunduğu olanakları da elinin tersiyle iter.
18. Yy ile birlikte ivmelenen toplumsal savaşımların, son 10-20 yılda yerini
bıraktığı dinginlik, toplumsal sınıfların ve onların siyasal güçlerinin
bugüne kadar sahip oldukları teorik/pratik çerçevenin dağılmasına bırakıyor
yerini. İşçi sınıfı ve diğer ezilenlerin siyasal gövdesi olarak boy veren
yapılar, 21. Yy'a girildiğinde ya dağılmış ya toplumsal niteliklerini
yitirerek daralmış ya da sistem içine doğru evrim geçirerek arenanın dışına
çıkmış görünüyor. Politik ortamın kapitalistlerin kendi iç çelişkilerini
ortadan kaldırma arzusuna uygun hale gelmesiyle, acımasız bir savaşa ve bu
savaşın en sert silahlarla gerçekleştirilmesini sağlayan neo-liberalizmin
terörüne tanık oluyoruz. Kıran kırana süren bu savaşı besleyen diğer
etkenler arasında yeni teknolojik süreci ve finans piyasalarının dünyayı bir
örümcek ağı gibi sarmasını ilk elden saymalıyız. Savaşın sonucu ortada;
bütün insanlığın ürettiği zenginlik, bu zenginliğin doğal kaynaklarıyla
birlikte birkaç hanedanın elinde sermaye biçiminde merkezileşiyor [ABD
tarihinin en büyük servete sahip 40 zengininin listesi EK-1'de]. Bu
hanedanların dünya üzerinde kayıtsız şartsız hakimiyeti için devletler,
sivil toplum örgütleri, şirketler ve uluslar arası kurumlardan oluşan bir
çete durmaksızın çalışıyor. Küresel imparatorluk, bir yandan uzayın fethi
için kolları sıvarken, diğer yandan da 1 milyar kişilik açlar ordusunu
büyütüyor. Basitçe telaffuz ettiğimiz bu rakamın iki katı insandan da sistem
ekonomistlerinin belirlediği yoksulluk sınırının altında yaşamını sürdürmek
için çırpınıyor. Yine iki milyar insan temiz ve kullanılabilir su
kaynaklarından mahrum haldeyken, dünyanın dört bir yanındaki temiz su
kaynaklarına IMF ve Dünya Bankası tarafından, eyaletlerin borçlarına
karşılık el konuluyor. Besbelli bir strateji etrafında yürütülen bu sinsi
projenin bir benzeri de verimli topraklar için sürdürülüyor. Bazen, küresel
tefecilere gerek kalmadan direkt olarak özelleştirmeler yoluyla şirketler,
yaşamın temel gereksinimleri olan bu gibi doğal kaynakları kapatıyor.
Hanedanlarla ilişkisinde belki de ABD'den daha kilit bir rol taşıyan İsrail,
Filistinli çocuklara yürüttüğü savaşın dışında mikrobiyoloji tekeli olarak
da tüm insanlığa kafa tutmaya hazırlanıyor... Dünyanın bir çok ülkesi,
tarımsal üretimini sürdürebilmek için İsrail'in meyvesi tohum vermeyen
tohumlarına bağımlı kalmış durumda. Dünyanın dört bir yanındaki enerji
kaynakları ve geçiş güzergahları, BM tarafından hukuk-üstü ilan edilen ABD
askerlerince kontrol ediliyor. Alternatif ve doğaya uyumlu enerji
modellerinin geliştirilmesi, geleneksel enerji tekellerinin kumpas ve
oyunlarıyla engelleniyor. Yeni teknoloji sektörleri metropollerde
konumlandırılırken, emek-yoğun, çevre düşmanı ve verimsiz sektörler
eyaletlere kaydırılıyor. Medya, milyarlarca insanı aynı strateji etrafında,
kobay fareleri gibi geri-evrime zorluyor. Bütün değerleri kendine
endeksleyen meta ilişkileriyle insanlık, banknot totemlere tapınan vahşi bir
sürü halini alıyor.

Afrika kıtasına iyi bakın! Orada gördüğünüz, dünyanın kapitalizm tarafından
gelecekte nasıl bir yer haline geleceğinin minyatürüdür. Sömürgeci Cecil
Rhodez'lerin Afrika kıtasına yaptığını, imparatorluğun efendileri bütün
kıtalara yapmak istiyor. Damarları pörsüyene dek Kara Kıta'nın kanını emen
vampirler, talanla yetinmediler. Shell'in başını çektiği petrol tekellerinin
Nijerya petrolleri için organize ettiği iç savaşta 1 milyon insan öldü.
Bugün Amerikan paranoyasının 1 numarası biyolojik savaş, yıllar önce
Afrikalılara karşı başlatıldı. Haysiyetsiz Malthus piçlerinin uyguladığı
"nüfus programı"nın bir parçası olarak laboratuarlardan Afrika bozkırlarına
taşınan Ebola ve AIDS, milyonlarca insanın canını aldı. Bu insanlar,
efendiler için, "üretmediği, işe yaramadığı" gibi gerekçelerle yaşamasına
gerek olmadığına karar verilen, ölümleriyle tüketimin azalmasının
sağlanacağı bir kitleydi.

Bizler, hepimiz (entelektüel camia da dahil) yalanla öylesine içli dışlı
yaşıyoruz ki bu tablo ilk bakışta bir komplo teorisinin parçası gibi
görünüyor gözümüze. Gündelik etkinliğini aştığımız ve menzilinden çıktığımız
manipülasyon aygıtları, gerçeğin acımasız yüzüyle karşı karşıya kaldığımızda
serotonin salgılayarak kayıtsızlaşmamızı sağlayan bir mantık aşısından
geçiriyor hepimizi. Oysaki bireysel konumlarımızın hiçbir şekilde açıklamaya
yetmediği, bütün kaçış gerekçelerini geçersiz kılan bir sonucu var bunun;
yalanın bir parçası haline geliyoruz. Gizli bir inkar taşıyoruz içimizde;
"hayır, dünya bu kadar boktan, bu kadar iğrenç bir yer olamaz!" Kafamızı
çevirip oyundan payımıza düşen oyuncaklarla ilgileniyoruz. Aptallık arttıkça
oyuncaklar basitleşiyor; televole, futbol, seks... En zekice ve en iğrenç
olanı muhaliflik oyunu. Muhalif olmayı bir geçim kapısı haline getirenler
dışında, oyalananlar ve aynı zamanda oyalayanlar var. Onların isimlerine
bakarak ne olduklarını anlayamazsınız. Ezilenler adına "burjuvazinin
ahırına" girmeye çalışıp burjuva siyasetini ve parlamentosunu
meşrulaştıranlar, işçi sınıfı adına sendikacılık oynayıp sermayeyi
meşrulaştıranlar, demokrasi ve insan hakları oyunuyla sistemi
meşrulaştıranlar... Sistemi cepheden karşısına almadığı sürece bütün bu
alanlar, ona meşruiyet pompalamaktan başka işe yaramıyor. Biz oyun oynamak
istemiyoruz. Bu iğrençlikler dünyasına katlanacak kadar onursuz değiliz.
Bizleri bu dünyada tutan tek şey, onu yıkma arzusunun, isyanın baş döndürücü
güzelliği.

Bilimkurgu filmlerini andıran bu manzarada özgürlük sözcüğü nasıl bir anlam
taşıyabilir? Ezilenler adına öne sürülen iktidar stratejilerinin hep
unuttuğu bir gerçektir ki (ya da onlar da burjuva politikacıları gibi vaat
edilmiş günlere gölge düşsün istememiştirler) özgürlük, bu dünyaya karşı
bayrak açmanın, direnmenin ta kendisidir. Gelecekten önce, şimdiki zamanın
kazanılması gerekir. Madem ki sistemin üzerimizde gündelikleşmiş bir şiddet
mekanizması çalışmaktadır, öyleyse bunları kırmak da güncelleşmeli ve
özgürlük, bu kırma/yıkma eyleminin kendisinde aranmalıdır. Elbette ki
geleceğe dönük, daha uzun soluklu tasarımlarımız da olacaktır. Ama özgürlük
eylemdir. Hayatın her alanına yayılmış bir eylemdir. Bu eylemsellik,
devrimin ta kendisidir. Sistemle merkezi ölçekte kurulmuş bir çatışmaya
dayanan tarzıyla, komünar kültür alanları yaratma uğraşıyla bu, politik
değil anti-politik bir tasarıdır. Yukarısında durulan kitleleri manipüle
etme, onları yedekleme gibi bir fonksiyon taşımaz.

Bizim için, halk denilen şey ne aptal, ne de cahil bir "sürü"dür. Herkes,
işlerin nasıl yürüdüğünü az çok bilmektedir. Eksik olan, bilgi ya da zeka
değil, ahlak ya da onurdur. Halk, işine geldiği yerde durur. Devrim cephesi
güçsüzse, sömürü ne denli yoğun olursa olsun gıkını çıkarmaz. Çünkü her
zaman "daha beter olma olasılığı" vardır. İşçinin işsiz kalması o
olasılıktır. İşsizin devrimcilere katılıp cezaevine düşmesi o olasılıktır.
Yani bazı şeyler çok basittir ama biz onu karmaşıklaştırırız. Halk, (en
azından bugün itibariyle) bizi pek ilgilendirmiyor. Sonuç olarak biz de
onlar gibi sıradan vatandaşlarız. Ne onlara bir şey öğretmeyi ne de onları
yönetmeyi hedefliyoruz. Biz, her şeyden önce onurumuz için bu savaşın
içindeyiz. İsrail tankları her gün Filistinli çocukları kurşuna diziyorsa bu
bizim sorunumuzdur. İşsiz babalar cinnet geçirip çocuklarını boğazlıyorsa,
bu bizim sorunumuzdur. Biz böyle bir dünyada insan kalabilmek istiyoruz.
Küfrederek ya da slogan atarak rahatlayabilenlerden değiliz. İnsan
kalabilmenin dövüşmekten geçtiğini biliyoruz.


SİSTEM VE DEVRİM ÜZERİNE

Mali oligarşi, tekel ve sömürgecilik kavramlarına dayanan emperyalizmin
yüzyılı sona erdi. Artık uluslar üstü tekellerin hakim olduğu küresel
imparatorluk çağında yaşıyoruz. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen
hanedanlar, sistemin çarklarının işleyişini belirliyor ve gücü ellerinde
yoğunlaştırıyor. Yani kapitalizm, ulus-devletler üzerine şekillenmiş dağınık
güçlerin oluşturduğu bir yapı değil artık. Emperyalistler arası entegrasyon,
yeni teknolojik devrim ve sermayenin merkezileşme/yoğunlaşma süreçlerinden
ivme alan mali oligarşi, reel- sosyalizmin çözülüşüyle birlikte daha yetkin
bir yönetsel model olan küresel imparatorluğun temellerini atmakla meşgul.
Özünde ve mazisinde mali oligarşinin ham halini taşıyan hanedanlar, küresel
imparatorluğun nüvesi olan kurumları, ilişkileri ve ideolojiyi toplumsal
hayatın ortasına salmış durumda. Enteresan ve irdelenmeye değer bir olgu
olarak önce küresel imparatorluğun ideolojisiyle tanıştık. Esas olarak
kendisine post-modernizmin felsefi zeminini seçen bu ideolojinin ilk sloganı
piyasaların liberalleşmesi ve entegrasyonu oldu. Siyasal karşılığında
ulus-devletlerin sonunun geldiği yazılı olan bu sloganın kurumsal nüveleri
de Dünya Ticaret Örgütü ve reorganizasyon sonrası IMF, Dünya Bankası,
nispeten Birleşmiş Milletler ve G-8/G-20 oluşumları, şimdilik bir yasal
çerçeve olan MAI/MIGA ve müzakere sürecinde bulunan uluslarüstü anayasa
oldu. Bir yandan bu gibi uluslarüstü kurumlar oluşturulurken, diğer yandan
da AB, FTTA, APEC gibi kıtasal ekonomik siyasi kurumlar oluşturuldu. Bu
kurumların boş bıraktığı alanlarda ABD eliyle küresel imparatorluğun
tesisine gidildi. Hanedanlar daha direkt olarak Davos, Bilderberg gibi
zirvelerde ortaya çıktılar ve küresel stratejilerini bu gibi kurumlar
vasıtasıyla deklare ettiler. Komplo teorilerine kulak verecek olursak 2009
yılında Yeni Dünya Devleti'ni ilan edecekler. Biz komplo teorilerine itibar
etmeyelim ve daha somut süreçlere projektör tutarak sürecin yönünü anlamaya
çalışalım. Fakat bu durumda da göreceğiz ki tarih üzerine farklı görüşler
atsak da sürecin bu yönde seyrettiğini teslim edeceğiz.


ANTİ-POLİTİK TASARININ SUNDUĞU AÇILIM OLANAKLARI

Çizgimizin ve kimliğimizin öne çıkan bileşenlerinden biri olarak
tanımladığımız anti-politik tarz nedir sorusunu yanıtlamak için politikayı
nasıl kavradığımızı açıklamaya çalışalım. Bilim olarak politika, bir
toplumsal kesimin sistematik çıkarları doğrultusunda yürüttüğü gündelik
faaliyeti nesne edinir. Bu sistematik çıkarlar genellikle bir ideolojik
formda ifadesini bulurlar. Basit bir şekil üzerinden anlatmak gerekirse;
ideolojiyi düz bir çizgi, politikayı da bu çizginin çevresindeki sarmal
çizgi olarak tahayyül edebiliriz. Bu sarmal çizgi, merkeze (düz çizgiye)
zaman zaman yaklaşır, zaman zaman uzaklaşır. Eğer söz konusu toplumsal kesim
ya da güç ile onun politik uzantıları arasında ayrıca bir açı varsa,
merkezdeki çizginin tersi istikamette de hareket edebilir.

Bu ilişkiyi tersten ele alırsak; politikanın bir yabancılaştırma sanatı
olduğunu göreceğiz. Görünürdeki karşıtlığın yanı sıra bir dizi gizli
karşıtlığı içerir ve kendini bu gizli karşıtlıkların üzerine inşa eder. Bu
yüzden doğasına sinmiş bir pragmatizm barındırır. Burjuva politikasında ve
politikacılığında bu artık olağan kabul edilen bir özelliktir. Çünkü
burjuvazi geniş yığınlara yaslanarak politika yapar. Kendi çıkarlarını
dayatma, yalan, konsensüs gibi yollarla diğer toplumsal kesimlere 'iletir'.
Biz çözümlememizi farklı bir örnek üzerinden yapalım. İşçi sınıfı adına
politika yapan bir partinin görünürdeki karşıtı burjuvazidir. Ama tek karşıt
o değildir. Politika üretenlerle onu uygulayanlar arasında, ve yine
birincilerle işçi sınıfı arasında gizli bir karşıtlık hükmünü sürer. Bu salt
'temsil' edilen sınıfın bilinç ya da örgütlülük eksikliğiyle,
politikacıların temsil ettikleri sınıfın çıkarları yerine kendilerininkini
ikame etmeleriyle açıklanamaz bir olgudur. Bu yabancılaşma olgusu politika
denen kavramın kendisine içkin olduğundan üretir gizli karşıtlıklarını.
Örneğimiz üzerinden devam edersek, politikanın içerdiği temsiliyet, o
partinin politika yapabilmesi için işçi sınıfına da dışsal bir olgu olmasını
ve onu kendine yabancılaştırmasını gerektirir. "Sınıfa inmek" gibi meşhur
laflara da ilham veren bu durumda parti, yukarıda ve kurtarıcı olandır.
Duyar mı uyar mı bilinmez ama yayınlarda sınıfa emir kipiyle yol gösterilir.
Sınıfla bu şekilde ilişkiye giren parti de kendi içinde farklı bir
yabancılaştırma üretir. Bu gizli karşıtlıkta, politika üretenlerle onu
uygulayanlar arasındaki iktidar şekillendirilir. E. Canetti'nin verdiği o
güzel örneği yaşayanlar bilirler; pankartlar, sadece önden okunabildiği
halde arkasındaki kitle için yazılır. Çünkü politikanın bir diğer unsuru da
yönetmektir. Toplumun bütünü ve temsil edildiği iddia edilen hedef kitleden
farklı olarak politikanın uygulayıcıları, halihazırda yönetilenlerdir.
Politik yapı, bütün toplumsal kesimlerin karşı karşıya ya da bazılarının yan
yana geldiği toplumsal politik alandan uzaklaştıkça yönetmekte olduğu
kitleye yüklenir.

Anti-politik tarzın içeriği ise bu temel noktalarla karşıtlık içindedir.
Birincisi; biz kendimizi bir toplumsal sınıfın ya da kesimin "temsiliyeti"
üzerinden var etmiyoruz. Toplumsal kimliğimizi sistem karşıtlığı üzerinden
kuruyoruz. Sistemi salt ekonomik niteliğiyle tanımlamanın onu tanımak için
yetersiz olduğunu düşünüyoruz. Kapitalist sistem bizim için ekonomik,
siyasal, kültürel, hukuki, vb. yönlerinin oluşturduğu bütünlüğün ta
kendisidir.

Bu bütünlüğün parçaları, birbirlerini beslemek ve sistemin yeniden üretimini
sağlamak için iç içe geçtikçe, ekonomist, determinist ve nesnelci
yaklaşımları toptan bir krize boğuyor. Bunun karşılığında parçalardan birini
öne çıkaran ve onun üzerine kurulan çözümlemelerin paradoksu, yeni bir dünya
ve direniş fikrinin entelektüel camiada da umutsuzlukla karşılanmasını
beraberinde getiriyor. Sistem kavramını öne çıkarmamızın nedeni bu
bütünselliği vurgulamaktır.
Küresel imparatorluk çağında özellikle geçmişte işçi sınıfına atfedilen
'devrimci özne' rolü artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu yelpazenin ilk
rengi sistemin yeni ideolojik aygıtlarının ve en başta da medyanın
laboratuarlarından dolaysız ve kesintisiz biçimde topluma akan
manipülasyonun yarattığı yanılsamadır. İkincisi sivil toplumcuların
deyimiyle 'piyasada' üretilen ekonomik şiddettir. Özellikle küresel
imparatorluk çağının egemen ideolojisi olarak öne çıkan neo-liberalizm,
piyasanın toplumdaki tüm bireyleri nesne olmaktan çıkararak
"özneleştirdiğini", dolayısıyla kapitalizmin düşmanı olarak görülen emekçi
sınıfların da sistemi savunduğunu öne sürüyor. Bu demagojinin çok da
ayakları havada olduğunu söyleyemeyeceğiz, çünkü en beklenmedik şekillerde
(örneğin sistemi doğruya en yakın biçimde tasvir edebilen kafalarda da)
karşımıza çıkabiliyor. Piyasa ilişkileri içinde özne olabilmek sermaye
sahibi olabilmektir. Ve aslında piyasada özne sermayenin sahibi bile değil,
ta kendisidir. Emek ve emekçi ise piyasa denilen şeyin içinde sadece bir
nesnedir. Bu alanda emekçinin yaşadığı şey ise bırakın özneleşmeyi, bütün o
matematiksel kavramların ve rakamların arasında yitirilen ezilme, aşağılanma
ve hiçleşmedir. Salt üretim sürecinde değil, tüketim sürecinde ve paranın
söz konusu olduğu her alanda yaşanan, toplumdaki açık fiziksel şiddeti kat
be kat aşan ekonomik şiddettir. Şiddet yelpazesinin üçüncü rengini de bu
açık fiziksel şiddet oluşturur. Açık fiziksel şiddet, yine medyanın
yardımıyla psikolojik şiddete dönüştürülerek yaygınlaştırılır. Açık fiziksel
şiddetin direkt etkisi bir birim ise bu etki milyonlarca kafaya kazınır. Bu
birbirine dönüştürülebilirlik durumu, yelpazenin bütün renklerini tek elden
düşünmemizi gerektiriyor. Toparlayacak olursak; sistem ve birey arasındaki
ilişkinin, yani sistemin birey üzerindeki yabancılaştırıcı etkisinin biçimi,
yarattığı yanılsamadır. Şiddetin değişik kombinasyonlarıyla üretilen bu
yanılsama, bireyi nesnelliğinin renklerinden arındırılmış bir bilince
hapsederken ortaya çıkan şey sadece bir atomizasyon yabancılaşması değil,
kişilik yarılmasının da ötesinde bir parçalanma, atomaltı parçacıklarına
değin ayrıştırılma ve kişiliğini yitimedir. Yitenin yerini alan şey hem bir
psikiyatrik vaka ve hem de biyolojik robotlar olmaktadır. Yabancılaştırma,
bireyin salt kendiyle ilgili değerleri yitirmesi değil, insani değerlerini
de yitirmesiyle sonuçlanmaktadır. Üretim sürecinin dışındaki alanlarda ve
özellikle kültürel alandaki manipülatif yabancılaştırmanın verdiği sonuç
budur. Ortaya çıkan şeyin Marcuse'un dediği gibi bir "tek boyutlu toplum mu"
yoksa atomaltı parçacıklarına dek ayrıştırılmış bir toplum mu olduğu bu
yüzden tartışma konusudur. Yeniden konumuza dönecek olursak, biz sadece
kendimizi temsil ediyoruz. "Biz" dediğimizde anlaşılmasını beklediğimiz tek
şey yine biziz. Kendimizi bir toplumsal sınıfın değil, yeni bir dünya
bilincinin taşıyıcıları, özneleri olarak görüyoruz. Bu yüzden bir toplumsal
sınıfın öznelerinden bir kısmı olabiliriz. Kendimizi bütün çarkları ve bütün
dişlileriyle sisteme karşı konumlandırıyoruz. Vaat edilmiş/vaat ettiğimiz
günler, topraklar yok. Dünyanın her yerinde, herhangi bir yerindeyiz. Şu an
ile geleceğe uzanmak istiyoruz. Vaat etmiyoruz. Yaşıyoruz ve yaşamaya
çağırıyoruz. Bu yüzden politika yapanların yaşadığı o problemi, uzun vadeli
hedeflerle kısa vadeli pozisyonlar arasındaki açı problemini yaşamıyoruz.
Yani ne bir sınıf temsiliyeti, ne de bir yönetim formülüne dayandırıyoruz
pratiğimizi.
İkincisi; bizde tek kurum hareketin kendisidir. Onun içinde ayrıca bir
kurumlaşma yoktur. Liderlik kurumu ve kitle, politikayı üretenler ve
uygulayanlar gibi ayrımlar yoktur.
Her savaşçı, her aktivist aynı zamanda liderdir. Politikayı üreten de
uygulayan da aynı insanlardır. Bize yaşarken mitleşmiş, peygamberlik rolü
atfedilmiş "üstün insanlar" gerekmiyor. Bu tipler, hasta egolarını tatmin
etmek için sosyalizmi bile kullanmaktan çekinmeyen küçük insanlardır
gözümüzde. Bize gereken, liderliğin bütün savaşçılar ve aktivistler
tarafından eşit paylaşımına güvence olabilecek bir koordinasyon mekanizması
ve bu mekanizmayı işletme yetkinliğinde bir koordinatördür. O gizli
karşıtlığın içimizde üremesine izin vermeyeceğiz.

Ama eğer o görünürdeki karşıtlık söz konusu edilirse; evet, biz onu mümkün
olduğunca bir çatışmaya çevirmek istiyoruz. Bu çatışmayı yürütürken sadece
kendi ettiğimize itibar edeceğiz. Özne olarak rol alacağımız bu çatışmayı,
(sistemi bütün hedef şaşırtmalarını boşa çıkararak) merkezden yürüteceğiz.
Onu hayati organlarından; beyninden, kalbinden ve sinir sisteminden
vuracağız. Bu vuruşlar, onun politik etkinliğini dayandırdığı temeli
parçalamak üzere gerçekleştirildiği için ama sadece bu yüzden politika
nitelemesi kazanabilir. Bizim pratiğimizi politika olarak niteleyebilecek
tek unsur budur. Ha keza; belirttiğimiz gibi bu alanın ne kadar politik alan
olduğu artık bir tartışma konusudur. Sistem karşıtlığının ve direnişin temel
yöntemi olarak gördüğümüz bu vuruşlar (radikal eylemci çizgi) bizim için
aslolarak bir özgürleşme biçimi ve yoludur. Aynı şekilde sistem için de
politik alan değil, temel varoluş biçimi olarak geliştirdiği şiddettir hedef
alınan.

Bu yöntem, biçim olarak 1. Enternasyonal anarşistleri tarafından 'eylemle
propaganda', Mahir Çayan tarafından ise 'silahlı propaganda' olarak anılan
şeyi çağrıştırır. Fakat biz, sonuna kadar onurlu ve dünyadaki her
devrimcinin gurur kaynağı olan Vaillant, Caserio, Emile Henry, Ravachol gibi
bireysel eylem yanlısı değiliz. Eylemin sürekliliği için kolektif ve örgütlü
harekete inanırız. Eylem salt bir şiddet saldırısı değildir bizim için.
Kapitalizm nasıl yaşamın bütün hücrelerine sızıyor ve bütün yaşamı
hücreleştiriyorsa, biz de eylemi yaşamın her alanında yeniden tanımlayıp
yaşamı eylemselleştirmeliyiz. Düşünsel üretim ve bunun aktarımı, gündelik
yaşamı metalaştıran zincirleri kopararak komünarlaşmak, radikal eylemci
çizgi, her gün yeni bir insanı sistemden koparmak hedefiyle yürüttüğümüz
propaganda... Bütün bunların birlikteliği olmadıkça, yabancılaşma yeniden
üreme zemini bulacaktır. Devrimci, düşünsel üretim sürecinde yer almadan
şiddet eylemleri yapıyorsa, bunun kaçınılmaz sonucu güce tapması ve
sosyalizmden uzaklaşmasıdır. Çünkü sosyalistlik, bir iş değil yaşam
biçimidir. Sadece propaganda yapıp meta ilişkilerine boylu boyunca uzanan
bir adamınki, yabancılaşmadan ikiyüzlülüğe doğru yol alır. Sadece düşünsel
üretimde kendini sorumlu bilmenin sonucunu da iyi biliyoruz; bezginlik
verici gevezeler olarak kafa ütülüyorlar sağda solda. Düşünce-söz-pratik ve
yaşam! Dördü de örtüşmezse hepsi eksik kalır.

Mahir Çayan SP'yi bir politik yöntem olarak öne sürer. Hedef; kitlelerin
efendiler karşısında duyduğu acziyet ve çaresizliği parçalamaktır. Buradan
çıkıyor olmasına rağmen Mahir Çayan (adı halk ordusu olsa da) bir düzenli
ordu hedeflemektedir. SP onun için sadece bir PASS evresidir. Yani iktidar
ve politika kavramları açısından marksizmin taşıdığı zafiyetleri büyük
ölçüde SP'nin içine oturduğu bağlamda da bulabiliriz.

Oysa bizim öngördüğümüz şey bireysel eylemcilik olmadığı gibi, kitlelerin
düzenli ordu gibi formlarda yeniden düzeni üretecekleri, yeni iktidar
ilişkileri içinde çıkış noktalarını yadsıyacakları bir politik strateji de
değildir. Özgürlük için ne bir peygambere, ne de vaat ettiği cennete
muhtacız. Cennet, direnmenin ve dövüşmenin ta kendisidir. Ve Özgürlük
Savaşçıları, eylemsel süreçleriyle toplumun bağrında yeni yeni direniş
hücrelerinin filizlenmesine ilham kaynağı olduklarında, döktükleri kanın ve
terin ödülünü almış olacaklar. Onlar, yetki-kariyer gibi tasaların uzağında
tarih işçiliğine soyunanlardır.

Bu modelin gerçekleşebilirlik zemini, tarihin başka dilimlerinde
rastlanmayacak kadar güçlüdür. Spekülatif boyutlarını bir tarafa
ittiğimizde, iletişim devrimi dedikleri şey gerçekten yaşanmaktadır. Geniş
halk yığınları için fazla bir anlam ifade etmese de bu, direniş güçleri için
oldukça anlamlıdır. Bir yandan sistemin kendini yeniden üretme zemini olan
iletişim, diğer yandan da direniş güçlerinin eşgüdümünü kolaylaştırmaktadır.
Seattle, Prag, Cenova gibi deneyimler bunun kanıtı olmuştur. Alabildiğine
açık bir perspektifimiz var bunun hayat tarafından doğrulandığını
gördüğümüzde, Ümit Burnu'ndan Alaska'ya kadar yeni yoldaşlarımız olacağından
ve düşümüzü gerçek kılacağımızdan kuşkumuz yok.


EK-1

ABD'de yayımlanan 'American Heritage' dergisi, ülkenin tarihi boyunca en
büyük servete ulaşan 40 kişinin listesini hazırladı. Derginin ekim sayısı
için hazırlanan listede, ülkenin 200 yılı aşan tarihi boyunca zirveye çıkan
zenginler arasında, bugünün en zengin ABD vatandaşı sayılan, Microsoft
yazılım şirketinin sahibi Bill Gates, ancak beşinci sırayı alabildi. ABD'de,
tüm zamanların en zengini ise petrolden kazandığı 189.6 milyar dolarlık
servetiyle, 1839-1937 yılları arasında yaşayan John D. Rockefeller olarak
belirlendi. En zengin 40 listesinde çoğunluğu, geçen yüzyılın ikinci
yarısıyla yüzyılın başlarında yaşamış işadamları alırken, listede Bill Gates
dahil, halen hayatta olan yalnızca üç kişinin bulunduğu dikkati çekti.

Amerikan tarihi boyunca en büyük servete ulaşan 40 kişi

John D. Rockefeller, 1839-1937, petrol, 189.6 milyar dolar.
Andrew Carnegie, 1835-1919, çelik, 100.5 milyar dolar.
Cornelius Vanderbilt, 1794-1877, gemicilik, demiryolları, 95.9 milyar dolar.
John Jacob Astor, 1763-1848, gayrimenkul, kürk ticareti, 78 milyar dolar.
William H. Gates III, 1955- , yazılım, 61.7 milyar dolar.
Stephen Girard, 1750-1831, gemicilik, gayrimenkul, 55.6 milyar.
A. T. Stewart, 1803-1876, perakende satış, gayrimenkul, 46.9 milyar dolar.
Frederick Weyerhaeuser, 1834-1914, kereste, 43.2 milyar dolar.
Jay Gould, 1836-1892, demiryolu işletmeciliği, 42.1 milyar dolar.
Marshall Field, 1834-1906, mağazalar zinciri, 40.7 milyar.
Sam Walton, 1918-1992, perakende satış, 37.4 milyar dolar.
Henry Ford, 1863-1947, otomotiv, 36.1 milyar dolar.
Warren Buffett, 1930- , yatırım, 34.2 milyar dolar.
Andrew W. Mellon, 1855-1937, bankacılık, 32.3 milyar dolar.
Richard B. Mellon, 1858-1933, bankacılık, 32.3 milyar dolar.
James G. Fair, 1831-1894, madencilik, 29.8 milyar dolar.
William Weightman, 1813-1904, kimya, 29.2 milyar dolar.
Moses Taylor, 1806-1882, bankacılık 29.2 milyar dolar.
Russel Sage, 1816-1906, finans, 29.1 milyar dolar.
John Blair, 1802-1899, demiryolu işletmeciliği, 28.9 milyar dolar.
Cyrus Curtis, 1850-1933, yayıncılık, 26.1 milyar dolar.
Paul G. Allen, 1953- , yazılım, 25.4 milyar dolar.
John Pierpont Morgan, 1837-1913, finans, 25 milyar dolar.
Edward Henry Harriman, 1848-1909, demiryolu işletmeciliği, 25 milyar dolar.
Henry Huddleston Rogers, 1840-1909, petrol, 25 milyar dolar.
Oliver Hazard Payne, 1839-1917, petrol, 24.6 milyar dolar.
Henry Clay Frick, 1849-1919, çelik, 22.4 milyar dolar.
Collis Potter Huntington, 1821-1900, demiryolu işletmeciliği, 22.3 milyar
dolar.
Peter A. Widener, 1834-1915, tramvay işletmeciliği, 20.9 milyar dolar.
Nicholas Longworth, 1782-1863, gayrimenkul, 20.3 milyar dolar.
Philip Danforth Armour, 1832-1901, et paketleme, 20.2 milyar dolar.
James C. Flood, 1826-1889, madencilik, 20 milyar dolar.
Mark Hopkins, 1813-1878, demiryolu işletmeciliği, 20 milyar dolar.
Edward Clark, 1811-1882, dikiş makineleri, 18.2 milyar dolar.
Leland Stanford, 1824-1893, demiryolu işletmeciliği, 18.1 milyar dolar.
Hetty Green, 1834-1916, yatırım, 17.3 milyar dolar.
James J. Hill, 1838-1916, demiryolu işletmeciliği, 17.3 milyar dolar.
William Rockefeller, 1841-1922, petrol, 16.9 milyar dolar.
Elias Hasket Derby, 1739-1799, gemicilik, 16.2 milyar dolar.
Claus Spreckels, 1828-1908, şeker, 15.1 milyar dolar.


*******
                             *******
       ****** A-Infos Haber Servisi ******
      Anarşistlerle ilgili ve anarşistleri ilgilendiren haberler
                       ******
		TALİMATLAR: lists@ainfos.ca
		YANITLAR: a-infos-d@ainfos.ca
		YARDIM: a-infos-org@ainfos.ca
		WWW: http://www.ainfos.ca/
		BİLGİ: http://www.ainfos.ca/org

-A-infos'tan tek dilde ileti almak için lists@ainfos.ca'ya aşağıdaki mesajı gönderin:
                unsubscribe a-infos
                subscribe a-infos-X
 X = en, ca, de, fr, it, pt, vb. (yani, dil kodudur)


A-Infos Information Center